
Muğla Haber
AŞ DAMI NEDİR? BİLİR MİSİNİZ?/ YASEMİN EVREN
Ah o eski mutfaklar. Hatta aş damları... Doğru sözcük bu.
Eskiden mutfaklar pek evlerin içinde olmazdı. Bahçenin bir köşesine veya evlere bitişik 'aş damı' denilen derme çatma yapılar eklenirdi mutfak olarak. Mutlaka bir ocak olurdu bir köşesinde. Odunla yakılan ateşin üzerine üçayaklı bir demir ızgara konurdu, adına sacayağı denilen. Sacayağının üzerine de bazen tencere konur yemek yapılır, bazen tava konur kızartma yapılır, bazen saç konur yufka-gözleme-katmer yapılır, bazen de koca kazan konur, banyo veya çamaşır suyu ısıtılırdı. O sacayaklarının dilleri olsa da haykırabilseler ne kadar ezildiklerini.
Aş damında sürekli ateş yandığı için sıcacık olur, soğuk günlerde günü burada geçirirdi hane halkı. Yemekler burada pişer, hemen bir örtü serilir, bir kaba boşaltılan yemeğe herkes daldırırdı kaşığını. Şimdiki gibi masada yemek, herkesin ayrı tabağının, bardağının olması hayaldi o zamanlar. Aynı kaptan yemek yenir, aynı bardaktan içilirdi su. Hijyen sözcüğü bilinmiyordu henüz.
Mutfak dolaplarının olmadığı dönemlerde tel dolaplar vardı. Havadar bir yere çakılır, içine et, süt, yoğurt, peynir, yumurta, bozulmasını istemediğimiz yemekler konurdu. Bir sabah kalktığımızda tel dolabımızın kapaklarındaki tellerin parçalanmış, içindeki etin yenmiş, peynirin ve yoğurtun talan edilmiş olduğunu gördük. Babam, serin olsun diye evimizin sofasına asmıştı tel dolabı. (Sofa: Hayat da denilen, evin girişindeki açık bölüm)
Mutfaklarda tezgahlar yoktu şimdiki gibi. Boş elma kasalarını toplardık çevreden. Altlarına az kullanılan tencere ve tabakları, üstlerine günlük tencere ve tabakları koyardı annem. Bir kasa suyun akabileceği bir yere konurdu. Üzerinde bulaşık ve yemek yapılacak sebzeler yıkanırdı çünkü.
Ben ilkokula giderken evlerimize su geldi de kurtulduk sokak çeşmesinden taşımaktan. Az buz şu kullanılmıyordu ki bir günde bir evde. Yoksa annem mi çok su harcardı, bilemiyorum. Bildiğim şey, testi taşımaktan sol omuzunun çöktüğüydü. Bugün hâlâ biraz düşüktür sol omuzun, sağ omuzuma göre.
Mutfakta derme çatma raflarımız olurdu. Hali vakti yerinde olanlar, mutfak raflarını marangoza yaptırırdı.
O tezgâhların altına kapaklı dolaplar yapmak da yine uzun bir zaman sonra geldi insanların aklına. Bakın uzun bir zaman diyorum, ben öğretmen olduktan üç yıl sonra evlendim. İlçe belediyesinin yaptığı ve ihaleyle zar zor kiralayabildiğimiz, ilçe standartlarına göre lüks sayılabilecek iki katlı binanın mutfağında bile yoktu tezgâh altı dolaplar. Daha doğrusu mutfakta hiç dolap yoktu. Sadece kara betondan kaba bir tezgâh yapılmış, karo, fayans falan aramayın sakın. Ben o tezgahın üç yerine çivi çaktım. Dört metre bir kumaşın üst kısmına ip geçirme yeri yaptım ve oradan geçirdiğim iple çivilere bağladım. Tezgaha etek giydirdim yani. Altına yine annemin yaptığı gibi kasaları dizdim. Hem altından, hem üstünden yararlanıyordum böylece.
Elma kasaları yüksek olurdu. Vişne kasaları, elma kasalarının yarısı boyunda olurdu. Çünkü vişne narin bir meyveydi. Fazla yığılırsa ezilirdi taşınırken. Eşim birkaç da vişne kasası getirmiş. Mal bulmuş gibi sevinmiştim. Onları da mutfak tezgahına koyup, üstüne eski bir havlu sererek yıkadığım bulaşıkları kapatıyordum suları süzülsün diye.
Tabaklar, tencereler kasaların içinde yığın yığın. Bir tabak alacağın zaman hepsi karma karışık olur. Yeniden düzeltmeye çalışırsın. Örtünden ömür gider sizin anlayacağınız. Rafların icadını büyük kolaylık saydık. Bir gün eşimin marangoza yaptırdığı beş basamaklı rafımız geldi. Bir vişne kasasına sevinen ben, rafı görünce zıp zıp zıpladım yerimde çocuklar gibi. Mutfak duvarına raf çakılınca güzelce sildim, peçeteleri köşeleri üçgen sarkacak şekilde yan yana dizdim. Tabaklarını özenle dizdim raflara. Alttan üste doğru enleri genişliyordu basamakların. En üstten geniş basamağa kullanılan misafir porselenlerini, yan yana ve üst üste gelecek şekilde kaydırarak dizdim özenle. Bu işi yaparken hem görünüm, yani düzen, hem de çok tabak sığdırabilmek marifetti.
Daha alt rafa takımı bozulan, günlüğe kullanılan porselenleri... Bir altına melamin tabakları, kâseleri...
Bir alta alüminyum ve bakır kapları... En alt ve en ince rafa da çay bardakları ile kahve fincanlarını dizdim. Oh! Şükürler olsun, mutfağına düzen gelmişti. Artık her tabağın, tencerenin yeri belliydi. Her ne kadar tencere ve tavalar tezgahın altındaki elma kasalarının üstündeyse de. Olsun... Tezgâhımın büzgülü, çiçekli bir basma eteği vardı ya sonuçta. Görünmüyorlardı.
Evlerde su yoktu önceleri. Mutfaklara su gelince, ilkel tezgahlar da yapıldı uzunca bir süre sonra.
Taşıma suyla yıkardık çamaşırı, bulaşığı.
Yağmurlu günlerde bahçeye kazan ve leğenleri sıralardı annem. Yağmur sularının kireçsiz olduğunu söylerdi. "Sabun çabuk köpürüyor, yumuşacık oluyor çamaşırlar" derdi. Deterjan ve şampuan yoktu benim çocukluğumda. Banyoda sabun kullanır, saçımızı sabunla yıkardık. Çamaşırlarımızı da. Biriken sular sadece saç yıkamada ve çamaşırda kullanılırdı. Çamaşırlar gibi saçlarımız da yumuşacık olurdu yağmur suyuyla yıkandığında.
Tezgâhımız yoktu, suları sokak çeşmesinden taşırdık, aynı kaptan yemek yer, aynı bardaktan şu içerdik eskiden. Kalabalık ailelerdik. Sıcacıktı yuvalarımız. Birlikte ağlar, birlikte gülerdik. Basit hayatlardı belki yaşadığımız ama çok mutluyduk. Büyüğü sever, küçüğü sayardık. Ve asla yatamazdık komşumuz açken.
Şimdi bize ne oldu?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.