VAHŞET VE KATLİAMLARIN KURDUĞU DEVLETLER

Erdal ÇİL

Her bağımsızlık hikayesinde mutlaka bir mücadele, bir emek vardır ve genelde devletlerin kuruluşları hep verilen bu mücadeleler sonucu olur. Ancak bunun istisnaları da bulunmaktadır. Masa başlarında, bir projenin parçası olarak kurulmuş devletler kadar başka bir milleti savaşarak değil, katlederek kurulan devletleri de görmekteyiz.

Uzağa gitmeye gerek yok! Bağımsızlık mücadelesinde yurdunu dört bir yandan kuşatmış olan dönemin en büyük devletlerine karşı savaşıp bağımsızlığını kazanmış devletlere en iyi örneklerden biri Türk Devleti’dir ve savaştığı unsurlar başka bir milletin masum halkları değil, askerleri olmuş, onlarla savaşmış, onları bozguna uğratarak bağımsızlığını ilan etmiştir.

Bugün İsrail devleti de yeni bir yapılanmaya giderek bütün Filistin toprakları üzerinde yeni ve daha güçlü bir devlet olmanın mücadelesini veriyor ama nasıl? Hangi askere karşı, hangi savaş meydanlarında hangi zaferleri kazanarak yapıyor bunu diye sorduğumuzda aldığımız cevaplar hangimizi tatmin ediyor? Terörist dedikleri, örgüt dedikleri zaten bölge halkı olarak herkesin rahatsız olduğu, nerede kimler tarafından ve ne amaçla kurulduğu belli olmayan ne idüğü belirsiz yapılanmalar değil mi? O zaman niye onlara karşı değil de masum Filistin Halkına çevirirsin namlunu sormazlar mı? Amacın sadece bu terör örgütlerine karşı mücadele etmekse bundan şimdiye kadar en büyük zararı görmüş olan Türkiye ile otur birlikte savaş ama niyetin halis değil ve maksadın kendinden başkasına hayat hakkı tanımamak. Yani masken düştü, kelin göründü.

Öyle bir yerdeyiz ki maalesef bu karşılaştığımız canilik ilk değil ve bize karşı Hristiyan’ı, Yahudi’si bu katliamları hep yaptılar.

1789 Fransız İhtilalinden etkilenen bazı Hristiyan Rumlar, Sırpları da örnek alarak gözlerini doksan bin Türk’ün, Yahudi ve Rum ile birlikte huzur içinde yaşadıkları ve 362 yıldır Osmanlı toprağı olan Mora’yı hedef almışlardı. Huzursuzluk mu vardı Mora’da? Hayır! Irk, renk, din, dil ayırımı yapılarak bazılarına haksızlık mı yapılıyordu? Hayır!

İsterseniz o günlerin Mora’sını biz değil, bizden biri değil, bir Protestan İngiliz olan seyyah ve diplomat Aubry de La Motraye’den dinleyelim.

“1709 yılında kimseden korkmadan keyfince yaşıyorsun Mora’da. Rütbesi her ne olursa olsun, bir yeniçeri yahut başka bir asker gelip de bahçenden bir armut koparmaya yeltenmiyor. Karına kızına yan gözle bakmıyor. Oysa Venedikliler öyle mi? Evimizin, bahçemizin mahremiyetini ihlâl ediyorlar. Canları ne çekerse sormaya bile tenezzül etmeden el uzatıyorlar. Subayları desen çoğu ahlâksız, karılarımız ve kızlarımızla gönül eğlendiriyor. Papazları ise gelip dinimize hakaret ediyor, kendi dinlerine geçmemiz için sürekli başımızı şişirip duruyor. Oysa Türkler böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmez. Dilediğinizi yapmakta sizi özgür bırakırdı.”

İşte dört yüz yıla yakın böyle bir huzur ikliminde yaşayan insanlar, sözde bağımsızlık, sözde hürriyet adı altında batıdaki emperyalist devletlerin, özellikle İngilizlerin kışkırtmaları sonucu silahlanan Rumların kalleş saldırıları sonucu çoluk çocuk demeden katlediliyorlar.

Tarihin en büyük katliamlarından birisidir Mora Katliamı. İsyancıların önlerinde din adamları papazları vardı. Balyabadra Piskoposu Germanos liderliğindeki Rumlar, Mora'da Kalavrita Kalesi'ne bayrak dikerek isyanı başlatmışlardı. Başpiskopos Germanos' un ilan ettiği isyanın sloganı ise, "Hristiyanlar' a huzur! Konsüllere saygı! Türkler' e ölüm" dü.

Yine biz anlatmayalım da yine onlara verelim sözü. Yunan isyanının liderlerinden Teodoros Kolokotronis hatıratında şöyle anlatıyordu Atım, şehrin surlarından saraya varana dek cesetlerden dolayı yere basmadı… Bizimkiler içeri girdi, Cuma gününden pazar gününe değin erkek, kadın, çocuk demeden önüne geleni boğazladı. Tam 32 bin kişinin öldürüldüğü haber verildi…”.

Mora Yarımadası’nın merkezi Tripoliçe’de o gün neler yaşandığını İskoçyalı Albay Thomas Gordon, gördüğü dehşetli ve utanç verici bu olayların, sonsuza değin bilinmesini isteyerek şunları söylüyordu: “İki gün içinde, on binlerce Türkün yaşadığı şehirde tek canlı kalmamıştı. Bunların çoğu, kafası, kolları ve bacakları kesilerek öldürülmüşlerdi.”

Dedik ya devlet var, şanlı tarihleriyle yaşar ve anılır; devlet var şanlı değil ancak kanlı vahşet ve katliamlarıyla anılır. Savaş hukukunun maddelerini, metinlerini biz Türkler belirlemedik. Cenevre Sözleşmeleri, Lahey Sözleşmeleri, BM. Antlaşması, Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü gibi savaş hukukuna dair bütün metinleri de bizler belirlemedik ama tarih boyunca da bu ilkeleri ihlal eden de hiçbir zaman biz olmadık. Sahi 1071’de Anadolu kapılarını bize açan Malazgirt sonrası nerede duydunuz, gördünüz bizim çoluk çocuk demeden katliamlar yaptığımızı?

Göremez, duyamazsınız zaten. Çünkü hainlik, kalleşlik, canilik sizin mertçe savaş bizim işimiz.

Bugün dünya halkları Filistin’de yaşananlar karşısında yek vücut ama dünkü katliamların günümüzdeki temsilciliğine soyunmuş bulunan devletlerinin başlarındaki kukla yöneticileri ise sadece kınama mesajlarıyla yetinmek durumundalar. Emperyalizm için, hele hele emperyalizmin tekâmül etmiş, içine Siyonizm katılmış İngiliz-Yahudi emperyalizmi için tek gerçek kendi çıkarlarıdır. Bütün dünyayı kendi arka bahçeleri yapmaya ant içmiş, bütün insanları cinsiyetsiz, ruhsuz, kimliksiz yapmaya ant içmiş bu küresel taarruza karşı sanıyorum bir ve beraber olma zamanı geldi de geçiyor. Temellerinde kan ve vahşet olan devletlerin yaşamaları da aynı şekilde kan ve vahşete dayalı oluyor. Nasıl kuruluyorsalar öyle yaşıyorlar ve temennimiz ve duamız da aynı şekilde bir an önce yok olup gitmeleri

Bu amaçla bütün insanlığın onurunu kurtarmak için demir alıp Akdeniz’de ilerleyen Sumud Filosu gönüllüleri belki de son umudumuz.

Yolları açık olsun.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.