NİSA ŞÜKRAN…/ YASEMİN EVREN

Neredeyse beş kilo var Ümmü gelinin haşladığı patates. Merak etsem de soramıyorum. Yere kocaman bir sofra bezi seriyorlar. Ayaklı bir sofra konuyor üstüne. Kocaman bir, sini, 'harana' dedikleri büyükçe bir tencere haşlanan patatesler de kondu sininin ortasına. Meraklı gözlerle izliyorum bu kadar patatesin yolculuğunu.

Kaynanası, Ümmü gelin, bir de evde onlarla yaşayan, eşinden ayrılmış görümcesi Sabire, hep bereber oturdular sofranın çevresine. Başladılar patatesleri soymaya. Sonrasında Ümmü gelin rendeledi o minik minik haşlamalık patateslerin hepsini.

Dört kuplu nedir bilir misiniz? Doğru adı, dört kulplu, yani tutacak dört sapı olan kocaman bir hamur teknesi. Dayanıklı bir ağaçtan yapılır, yirmi- yirmibeş kilo un ile hamur yoğurulur içinde. Elbette ki haşlanan patatesleri unutmayalım.

İşte o dört kuplu tekneye, rendelediği patatesleri koyan Ümmü gelin, önceki ekmek yapımının hamurundan ayırdığı mayasını ekledi. Tuzunu attı göz kararı. Biraz un ve su ile az bir hamur yoğurdu. Üzerini örttü, sardı, sarmaladı, kaldırdı bir kenara dört kupluyu. Sıralarının yaklaştığını, hamurlarını yoğurmaları gerektiğini söyleyen bir çocuk göndermiş fırıncı az önce.

Sabredemedim sordum:

"Haydaa! O kadar patates bu kadar hamur için miydi?" Hepsi güldüler bu sözüme. Kaynanası" yok hocanım, biz evela aççık mayeyi özleşdiriz. Şinci gabarı o. Ondan soona böyyük hamır yoğurulcek. Daha tez gabarı böyyük hamır bööne edeesek"

Aynen öyle oldu. Küçük maya kabarınca tekrar un ve su ekleyip 'böyyük hamır" ı yoğurdu görümcesi Sabire. Hem daha gençti, hem de yengesinde bel fıtığı vardı. Ağır işe gelemiyordu.

Ben ömrümde böyle hamur yoğurmadım, yoğuranı da görmedim. Kollarını sıvadı ve öyle bir girişti ki Sabire, dövüşüyor sanırdınız hamurla. Üstünü yine örttü, kabarması beklenecekti.

Bu arada gelin, görümce, bir çuvala samanlıktan saman doldurdular. "Bu saman ne olacak?" dedim yine dayanamayıp. "Fışkı deriz biz buna yenge" dedi Sabire. Gelin- gorumce ikisi de yenge derdi bana. "Aççık da çırpı alcez, fırına götcez, yancek. Bizim etmeği bunnan bişircek fırıncı"

Daha neler göreceksin bakalım Yasemin hoca. Takıl gelin-görümcenin peşine. Vardığımızda fırın kalabalıktı. Pişen ekmeğini, dört kuplusuna yerleştirenler, başka bir köşede en az yarım saattir örtü altında bekletilen ve bir kez de fırında yuvarlandıktan sonra kabarması için bekletilen hamurları fırıncının küreğine, muntazam aralıklarla koyan bir kadın.. Beni gördüklerinde hepsi şaşkın ve mutlu birer yüz ifadesiyle " vay hocanım, hele hoş geldin?, ne vakıt geldin?, heç habarımız olmadı" çığlıklarıyla bana sarıldılar teker teker. Birkaçının çocuğu öğrencimdi. Diğerleriyle de iyi tanışırdık. Zaten koca ilçenin nüfusu beşbin kişiydi topu topu.

Ümmü gelin ve Sabire, beni fırında bırakıp eve döndüler.

"Yenge sen gonuşago, biz hamırı getirem" dediler. Bu boşluktan yararlanıp hanımlarla epey sohbet ettim. Fırıncıya sordum merak ettiklerimi. Bir yandan Daşgıranların Fadik'in küreğe koyduğu hamurları fırın taşının üstüne büyük bir ustalıkla koyuyor, bir yandan anlatıyordu

"Hocam, bak, bizim fırın daşımız tek parçadır. Tee Ayazin kövünden gettirtdiriz biz bu daşı. Menşur daş usdaları keserlee ortasındaki deliği. Fırının altından ataşı yakdık mı, ortadaki delikden gür gür alaflaa ( alevler) çıkaa. O direk gibi alaflaa fırının davanını gızdırı. Evela gıpgırmızı olcek, soona beyazlaşcek. Bak, bekle görüsün şinci"

Gercekten beklemem gerekiyordu. Çünkü fırın boşken altı yakılıyordu. Oysa bizim sıramıza daha vardı. Fadik'in ekmekler pişecek, çıkarılacak, ondan sonra Ümmü' nün ekmekler için fırına fışkı atılacaktı.

Biz konuşurken, Ümmü gelin ile Sabire, omuzlarına aldıkları dört kupluyla girdiler dırından içeri, önlü arkalı. Hemen Sabire, fırının sedirine fırladı. Kocaman bir ekmek bezini yaydı, uzerine biraz un serpti. Fırının yastığaçını aldı ('yassı ağaç' sözunden türetilmiş yoresel biir ifade. Üzerinde hamur açılan tahta). Onun üzerini de unladı. Tekneden neredeyse cıvık denilecek hamurdan, el çabukluğuyla parçalar koparıyor, kıvrak hareketlerle sağdan soldan pataklayıp, muntazam köy ekmeği şeklini veriyor, pat pat atıyordu unlanmış yaygının üstüne. Yirmi yedi tane ekmek yaptı. Kalan hamurdan daha küçük parçalar alıp uzun uzun uzattı, üzerini de beş parmağıyla desenlerek bıraktı yaygının üzerine. Başka bir ekmek örtüsünü de yumakların üstüne örttü. Fadik'in ekmekler pişene kadar 'el hamırı' almalıymış içinin güzel pişmesi için.

Fadik pidesinden parçalar koparıp verdi ordaki herkese "dadına bakın bakam" diyerek. Sonra o muhteşem ekmekler çıktı, muhteşem kokularını yayarak. Elleri yana yana, fırıncının küreğinden kapıp dört kuplusuna yan yan diziyordu ekmeklerini. Yirmi iki tane ekmek, dört de pide koydu, bir bütün ekmek bıraktı fırıncıya, pişirme parası yerine. Üstünü örttü teknenin o hamur bezleriyle. Kızıyla birlikte omuzlayıp götürdüler evlerine.

Sıra bize gelmişti. Fırın taşının altına dağ gibi yığılan közleri, uzun, demir bir çubukla şöylebir eşeledi fırıncı. Çalıları ve samanı fırının alt ağzına yaklaştırdı, yine demir çubuğunun çengeliyle çekerek. Önce çalıları attı ikiye kırıp kırıp. Onların alevinin üstüne ssmsnları firlattı avuç avuç. Fırın taşının orta deliğinden belim kalınlığında yükselen alevler heyecanlandırdı beni. Bir volkan patlamıştı sanki. Sıcaklığı yayıldı bütün fırına. Aynen adının anlattığı gibi, önce kıpkırmızı, sonra bembeyaz oldu fırının tavanı. " hadi hadi, gıvren bakem aççik, fırının alafı geçmeden bideleri atıverem".

Hımmm... Demek pideler fırının ilk kızgınlığında pişiyordu. İnceltilmiş olduklarından sanırım. Altı tane pide pişti, örtünün altına kondu. Ekmeklerin pişmesi bekleniyor.

O arada muhabbet ediyoruz hanımlarla. Bir hanım girdi fırının kapısından içeri. Kucağında sarışın, dünyalar güzeli bir bebek. Lüle lüle sarı saçlarda iki kirazlı toka. Kaşlarına değen kirpiklerin altındaki kocaman elâ gözleri gören maşallah diyor. Nasıl da sıcak kanlı. Hemen kucağıma geldi sevmek isteyince.

" Hocanım, Şükran'ı hatırleyon mu? Hani ayağı gangren olcek deye tokdura götürün dediydin de gayınbubası bişşeycik olmazdeye götümediydi. Çocuğu doğduktan iki ay soona dizinin altından bacağı kesildi. Sekiz ay soona dizinin üstünden bi daha kesdilee. Bibuçuk yıl deyince öldü evlâdım. Bu da onun bebesi. Nisa Şükran. Ben bakiyon. Bubası evlencek iki aya. Bu çocuk irezil olmasın deye aldık geldik"...

Kollarımdan biri beni bağladı sanki. Sustum, lâl oldu dilim, çocuğa bırakmaya varmadı elim. Bağrıma basıp saçlarından öptüm bahtsız kuşu. Kulaklarım uğulduyordu. Ağlayamadım da.

Zar zor babaannesine verdim Nisa Şükran'ı, attım kendimi dışarı. Bekleyemedim ekmeğin fırından çıkmasını falan. Umurumda değildi ki..

Kimselere bir şey demeden. Boğazıma oturan yumruk nefes almamı engelliyordu. Koşar adım Akpınar'a vardım. Bir bağırdım, bir ağladım ki yandı boğazlarım, yandı yüreğim.

"Hayıııırrrr! Hayıııır! Allahım hayıııırrrr!...

Yasemin Evren

Önceki ve Sonraki Yazılar
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.